Bu "blog"un sahibi Aydın Ergil, zaman buldukça anı ve düşüncelerini bu internet sayfalarına aktarmaktadır. e-posta adresleri: aydinergil@gmail.com ya da aydinergil@yahoo.com A.E.
19 Aralık 2006
Alpler’i “Buzul Ekspresi”inden Görmek
Ekspres denince, akıla “hızlı giden tren” gelir. Ekspresler, posta trenlerine göre daha hızlı giderler ve ara istasyonlarda durmazlar. Saatte 35 kilometrelik ortalama hızı olan, dünyanın en yavaş (!), ama hiç gecikmeyen ekspresi, İsviçre’nin “Buzul Ekspresi”dir (Glacier Express). Tren, İsviçre’nin güneydoğusunda, önceki yazımızda sözünü ettiğimiz St. Moritz (ve Davos) ile güneybatısında Zermatt’ı, dünyanın en güzel doğa görüntülerinin arasından geçerek birbirine bağlamaktadır. İsviçre trenleri için 4, 8, 15 ve 30 günlük alınan biletler bir rezervasyon bedeli ödemek koşuluyla bu ekspreste de kullanılabilmektedir.
“Buzul Ekspresi”ne (Glacier Express) yalnızca doğa güzelliklerini izlemek için binildiğinden, vagonlar da bu amaca yönelik tasarlanmış. Ekspres her iki yönde de sabahları hareket ederek sekiz buçuk saatlik bir yolculuk sonrası son istasyona ulaşıyor. Trene öğle saatlerinde, İsviçre yemeklerinin sunulduğu bir yemek vagonu ekleniyor ve yemek saati sonrasında bir başka istasyonda terkediliyor.
“Buzul Ekspresi”, 1930 ile 2003 arasında üç şirket (RhB, FO ve VZ) tarafından işletiliyordu. FO ve VZ şirketleri 2003’de MGB adı altında birleştiklerinden, trenin işletimi o tarihten bu yana iki yerel demiryolu şirketi tarafından gerçekleştirilmektedir: Rhaetian Demiryolları (RhB) ve Matterhorn Gotthard Demiryolları (MGB).
Demiryolu hattının uzunluğu 300 km civarında, yolculuk sekiz buçuk saat sürdüğüne göre, ortalama hız saatte 35 (!) kilometre. Buzul ekspresi bu hızla “dünyanın en yavaş ekspresi” unvanını taşımaktadır. Dünyanın bu en güzel güzergahının üzerinde 291 viyadük (köprü) ve 91 tünel bulunmaktadır, bunlar olmadan Alpler’i geçmek herhalde mümkün olamazdı. Güzergah üstündeki sanat yapılarının her biri (köprü ve tüneller) birer mühendislik harikası olarak anılmakta.
Yolculuğa deniz yüzeyinden 1775 metre yükseklikteki St. Moritz’den, doğal güzellikleriyle ünlü “Albula Hattı”nı geçerek başlayan ekspres, 80 kilometre sonra deniz yüzeyinden 585 metre yükseklikteki Chur’a inmektedir. Albula Hattı’nın en büyük özelliği, bu inişi sağlayabilmek için birçok yerde helezona benzer yapıya sahip olmasıdır. Bu hattın sonundaki Filisur’da, Davos’tan ve St. Moritz’den gelen hatlar birleşmektedir. Filisur’dan sonra yakınındaki şatolarla ünlü Reichenau ve Disentis’e ulaşılır. Hattın Disentis’den sonraki dik eğimli bölümü için bulunan çözüm ilginç: İki rayın arasında tam ortada “kremayer” adı verilen özel dişli üçüncü bir ray döşenmiş, trene hattın bu bölümünde katılan özel lokomotifler bu dişli rayın üzerine oturan dişli tekerlekleri aracılığıyla rampaları rahatça inip çıkabiliyorlar. Tren, bu dik rampadan sonra 2033 metre yükseklikteki Alpler’in en yüksek geçitinden geçerek havanın her mevsim soğuk olduğu Andermatt’a ulaşmaktadır. Andermatt, Avrupa’nın deniz yüzeyinden en yüksek tren istasyonudur. Andermatt’ı geçer geçmez karşımıza çıkan ve 1982’de tamamlanmış olan Furka-Basis tüneli, trenin kışın da işletilebilmesine olanak sağlıyor. Tren Rhone vadisinde inişe geçerek Brig’e, deniz yüzeyinden 650 metre yükseklikteki Visp’e ve yeniden yükselti kazanarak 1600 metre yükseltideki Zermatt’a ulaşır.
Lokomotiflerin düdük sesi, bizim tarihe karışan buharlı lokomotiflerinkiyle aynı. İnsan kendini buharlı lokomotifin çektiği bir trende hissediyor.
Yolcular sekiz buçuk saat boyunca, Alpler’in en güzel manzaralarını izliyor: Bir yanda karlı dağlar, öte yanda çayırlar, çalılıklar, onların arasından daima gümüş renginde akan “deliçaylar”, bir anda karşınızda beliriveren şelaleler, minik ama özenle yapıldığı belli olan köy istasyonları, pencereleri çiçeklik dolu ahşap evler, üzerinden zevk ve heyecanla geçilen viyadükler, hemen onun ardından girilen tüneller... Rampa çıkarken ya da inerken gözlenen görüntüler ise apayrı bir tad veriyor yolculara.
İnsan bir tren yolculuğu yapmak için, İstanbul’dan uçağa binip İsviçre’ye gider mi? Gider. İşte biz bunu yaptık. Bu bahaneyle de ülkenin birçok kentini gördük. Tren turizmi ülkemizde yok gibi, keşke bizde de “Pamukkale”, “Güney”, “Van Gölü” ve “Doğu” ekspresleri bu görüşle çalıştırılsalar...
(Cumhuriyet Gazetesi'nin Gezi Eki Sayı 61, 20 Aralık 2006)
5 Aralık 2006
Tiyatro'da Sigaraya Hayır
Sevgili dostlar,
Sahnelerde sigara propagandasına son verilmesi için başlattığım kampanyaya desteklerinizi bekliyorum. Tiyatro Dergisi yönetmeni Sayın Mustafa Demirkanlı, bana ilk desteği verdi, ona teşekkürlerimi sunuyorum.
Sevgi ve saygılarımla,
Aydın Ergil
Bu makalenin bulunduğu diğer siteler:
1. Tiyatro Dergisi
2. Tiyatro Dünyası
Tiyatro ve Sigara: Yönetmenlere Çağrı
Tiyatro, bir dildir, hem de en güçlüsünden. Bu yüzden, ondan korkanlar, ondan kaçınanlar, ona karşı olanlar, onu yasaklayanlar, onu karalayanlar hep olur. Aynı diğer diller gibi, tiyatro da iletişime, çoğu kez de tek yönlü düşünce iletimine yarar.
Bu yılın yalnızca ekim ve kasım aylarında izlediğim 25 oyundan 15'inde sahnede sigara içildi. Hele oyunlardan biri "fuayede" (tiyatronun 4 masa sığabilen kafeteryasında) oynanıyordu, oyuncuların sürekli sigara içmelerine, 50 dakika bile sigaradan uzak kalmaya dayanamayan izleyiciler de katıldı, tiyatro, sigarayı içmeyen, onu sağlığı için risk olarak gören diğerlerine "cehennem" ortamı yarattı.
Bu 15 oyundan herbirindeki sigara içme sahnesini tek tek düşündüğümüzde bunlardan hiçbirinde sigaranın anlatıma bir katkısının olmadığını, oyun yazarının, yönetmeninin "tahminlerinin" tersine oyun karakterlerinin, sigara içmeyenlerin gözünde küçüldüğünü görüyoruz. Bir başka deyişle, yönetmen oyunculara başkalarının yanında sigara içirerek, ona bir kimlik kazandırıyor, bu kimlik gerçekten o karakterin taşımasını istediği kimlik mi? "Güçlü" yönetmen ve "güçlü" oyuncu ikilisi, anlatılmak istenen düşünceyi vermek için sigara gibi araca gereksinim duyacak denli "güçsüz" mü? O sigara içme sahnesi gerçekten gerekli mi? Eğer bir insanın düşünmekte olduğu izlenimi sigara ile veriliyorsa sigara içmeyenler, "düşünmeyen" insanlar mı?
Bu yıl, gençlerin tiyatroya ilgisi geçen yıllara oranla daha fazla. Sigaraya eğilim ise genç yaşlarda ortaya çıkıyor. Sahnede belirli bir ruhsal konumda ya da sürekli olarak sigara içen "karakteriyle", oyunun yönetmeni gençlere, sigaranın açık propagandasının yaptığının ayırdında mı? Sigara içmeden "aydın" olunamaz mı, düşünülemez mi? Sigara içmeyen bir oyuncunun rol gereği sigara içmek zorunda bırakılması bir suç değil mi? Sigaradan rahatsız olan, onu yaşamı için risk olarak gören izleyicileri yok saymak yönetmenlerimize "yakışıyor" mu?
Türkiye'de yılda 117 bin kişi sigara yüzünden ölüyormuş. Bir başka deyişle, Türkiye'de bu yüzden her 5 dakikada bir kişi ölüyor. En yakın dostlarımız sigara içmelerinin bedellerini bacaklarını, yüreklerini, yaşamlarını feda ederlerken, çağın en büyük ölüm nedenini hiçe saymak mümkün mü?
Tüm yönetmenleri sahnede sigara içim sahnelerini oyunlarından kaldırmaya çağırıyorum.
Aydın Ergil
aydinergil@yahoo.com
Sahnelerde sigara propagandasına son verilmesi için başlattığım kampanyaya desteklerinizi bekliyorum. Tiyatro Dergisi yönetmeni Sayın Mustafa Demirkanlı, bana ilk desteği verdi, ona teşekkürlerimi sunuyorum.
Sevgi ve saygılarımla,
Aydın Ergil
Bu makalenin bulunduğu diğer siteler:
1. Tiyatro Dergisi
2. Tiyatro Dünyası
Tiyatro ve Sigara: Yönetmenlere Çağrı
Tiyatro, bir dildir, hem de en güçlüsünden. Bu yüzden, ondan korkanlar, ondan kaçınanlar, ona karşı olanlar, onu yasaklayanlar, onu karalayanlar hep olur. Aynı diğer diller gibi, tiyatro da iletişime, çoğu kez de tek yönlü düşünce iletimine yarar.
Bu yılın yalnızca ekim ve kasım aylarında izlediğim 25 oyundan 15'inde sahnede sigara içildi. Hele oyunlardan biri "fuayede" (tiyatronun 4 masa sığabilen kafeteryasında) oynanıyordu, oyuncuların sürekli sigara içmelerine, 50 dakika bile sigaradan uzak kalmaya dayanamayan izleyiciler de katıldı, tiyatro, sigarayı içmeyen, onu sağlığı için risk olarak gören diğerlerine "cehennem" ortamı yarattı.
Bu 15 oyundan herbirindeki sigara içme sahnesini tek tek düşündüğümüzde bunlardan hiçbirinde sigaranın anlatıma bir katkısının olmadığını, oyun yazarının, yönetmeninin "tahminlerinin" tersine oyun karakterlerinin, sigara içmeyenlerin gözünde küçüldüğünü görüyoruz. Bir başka deyişle, yönetmen oyunculara başkalarının yanında sigara içirerek, ona bir kimlik kazandırıyor, bu kimlik gerçekten o karakterin taşımasını istediği kimlik mi? "Güçlü" yönetmen ve "güçlü" oyuncu ikilisi, anlatılmak istenen düşünceyi vermek için sigara gibi araca gereksinim duyacak denli "güçsüz" mü? O sigara içme sahnesi gerçekten gerekli mi? Eğer bir insanın düşünmekte olduğu izlenimi sigara ile veriliyorsa sigara içmeyenler, "düşünmeyen" insanlar mı?
Bu yıl, gençlerin tiyatroya ilgisi geçen yıllara oranla daha fazla. Sigaraya eğilim ise genç yaşlarda ortaya çıkıyor. Sahnede belirli bir ruhsal konumda ya da sürekli olarak sigara içen "karakteriyle", oyunun yönetmeni gençlere, sigaranın açık propagandasının yaptığının ayırdında mı? Sigara içmeden "aydın" olunamaz mı, düşünülemez mi? Sigara içmeyen bir oyuncunun rol gereği sigara içmek zorunda bırakılması bir suç değil mi? Sigaradan rahatsız olan, onu yaşamı için risk olarak gören izleyicileri yok saymak yönetmenlerimize "yakışıyor" mu?
Türkiye'de yılda 117 bin kişi sigara yüzünden ölüyormuş. Bir başka deyişle, Türkiye'de bu yüzden her 5 dakikada bir kişi ölüyor. En yakın dostlarımız sigara içmelerinin bedellerini bacaklarını, yüreklerini, yaşamlarını feda ederlerken, çağın en büyük ölüm nedenini hiçe saymak mümkün mü?
Tüm yönetmenleri sahnede sigara içim sahnelerini oyunlarından kaldırmaya çağırıyorum.
Aydın Ergil
aydinergil@yahoo.com
13 Ekim 2006
Heidi'nin Kenti St. Moritz
Bir ülkeyi tanımanın en güzel yollarından biri de tren yolculuğu. İsviçre, turistler için, 4, 8, 15, 22 ve 30 günlük tren biletleri geliştirmiş. Bu biletlerden birini aldığınızda o süre içinde ek bir ücret ödemeden dilediğiniz kadar tren yolculuğu yapabiliyorsunuz. Biz de, Zürih’ten başladığımız yolculuğa önce Chur’da ara verip sonra her mevsim cazibesini koruyan St. Moritz’e vardık.
İsviçre’nin Graubünden kantonunun Engadin bölgesinin incisi St. Moritz, Alpler ile kendi adını taşıyan gölün birleştiği yamaçta, deniz yüzeyinden 1856 metre yükseklikte kurulmuş. Kentte konuşulan dil Almanca. Her yılın ortalama 322 gününün güneşli geçtiği St. Moritz’de yılın her gününde zevkle yapacağınız bir etkinlik mutlaka var. Yazın binicilik, dağcılık, golf, yelken, yürüyüşler, kışın kış sporları, ilkbaharda doğanın uyanışı, sonbaharda ise en güzel doğa görüntülerini gözleme, her mevsim sanat etkinlikleri, ne isterseniz var. Örneğin, doğal güzellikler arasında yürümek istiyorsanız, 600 km’lik yürüme yolu sizin için hazırlanmış. “Heidi’nin Çiçekleri Yolu” ve “Filozoflar Yolu” en güzel yürüme güzergahları. Thomas Mann boşuna yazmamış “Engadin, dünyada gidilebilecek en güzel yer. Ben basit bir mutluluktan söz etmiyorum, orada mutlu olduğumu düşünüyorum.” diye.
St. Moritz’in nüfusu 5,600 otellerdeki yatak sayısı ise 5,700. Bir o kadarda diğer konaklama tesislerinde var. Özetle her St. Moritz’li başına iki turist yatağı düşüyor. Kente yılda 250,000 turistin geldiği saptanmış.
Kış sporları denince, St. Moritz ilk akla gelen kentlerden. İlk Avrupa Buz Pateni yarışması 1882’de St. Moritz’de yapılmış. 1928’deki Kış Olimpiyatları St. Moritz’de düzenlenmiş. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk kış olimpiyatları da 1948’de St. Moritz’de yapılmış. St. Moritz, dünyada iki kez kış olimpiyadı düzenlenen üç kentten (diğerleri Insbruck ve Lake Placid) biri. Uluslararası kış sporları etkinliklerinin çoğu günümüzde de St. Moritz’de gerçekleşmektedir.
St. Moritz kenti iki bölümden oluşuyor: Bad ve Dorf. Kaplıcalı oteller daha çok Bad bölgesinde, göle yakın mahalleler ise Dorf bölgesinde yer alıyor. Etrafı ise genç Alplerle çevrili. Dağları yaz kış erişilir hale getirmiş İsviçreliler.
Eski ve yeni mimari yapılar birarada St. Moritz’de. İlk dikkati çeken büyük eski bina beş yıldızlı Badrutt’s Palace Oteli. Üst katlara çıktıkça genişleyen bir yapıya sahip. Kardan daha az etkilenmesi için dik çatılı, balkonları da kırmızıya boyanmış. 1856’da açılan otel bu yıl 150. yaşgününü kutluyor. O tarih İsviçre’de kış turizminin başlangıcı olarak da kabul ediliyor.
St. Moritz ve çevresi, 3000 yıldır çeşitli amaçlarla değerlendirilen şifalı su kaynaklarıyla ünlü.
Yılın her mevsimine yayılan tiyatro, opera ve jaz festivalleri birçok ünlüyü biraraya getiriyor. Konaklama ve yiyecek açısından ise, St. Moritz, Zürih ve Cenevre gibi büyük kentlere göre daha ucuz.
St. Moritz, aynı zamanda bölgedeki en önemli merkez, Alpler’in toplam 350 km. uzunluğundaki en güzel kayak pistlerine, İsviçre’nin en ünlü sağlık merkezlerine, St. Moritz’den kalkan teleferiklerle ya da trenlerle ulaşıyorsunuz. Başka bir yazıda söz edeceğimiz Buzul Ekspresi’nin (Glacier Express) ve Bernina Ekspresi’nin bir hareket noktası da St. Moritz.
Chantarella’ya çıkan “füniküler”e binmek ise St. Moritz’e tepeden bakmanın en güzel yollarından biri. Avrupa’nın deniz yüzeyinden en yüksek havaalanı olan Engadin Havaalanı, St. Moritz’e 5 km. uzaklıkta, bu nedenle buraya Avrupa’nın çatısı da deniyor.
Müze gezmeyi severseniz, Alpler’deki yaşamdan kesitleri bulacağınız Engadin müzesini, yaşamının son beş yılını o bölgede geçiren ressam Giavanni Segantini Müzesini, ressam Mili Weber’in evini, Albana Avcılık Müzesini ve ressam Peter Robert Berry Müzesini kaçırmamalısınız.
St. Moritz, küçük ama dünyanın en güzel kentlerinden biri. Kentin güzelliğini karşıdan görmek için gölün karşısına doğru yürümeniz yeterli. Eğer internet erişiminiz varsatüm bu güzellikleri görebileceğiniz adres: http://www.stmoritz.ch/
İsviçre’nin en büyük kenti Zürih’te başlayan Güney İsviçre yolculuğumuzda, İsviçre’nin en eski kenti Chur’dan sonraki durağımız St. Moritz’di. Gezimizin tümünü trenle yapmaya karar vermiştik. Dünyanın doğal güzelliklerini görmek amacıyla binilen trenlerinin başında gelen Buzul Ekspresi (Glacier Express) bir sonraki yazımızın konusu olacak. Eğer siz de benzer bir güzergahı izlerseniz, St. Moritz’e en az birkaç gün ayırmanızı öneririm.
(Cumhuriyet Gazetesi'nin Gezi Eki Sayı 52, 18 Ekim 2006)
12 Ekim 2006
Zürich'ten Chur'a
Avrupa’nın tam ortasında, dağlar, buzullar, göller, akarsular, kanyonlar ülkesi İsviçre’de trenle yapacağımız gezimize Zürih’den başlamaya karar veriyoruz. İsviçre, tren ile yolcu taşımacılığının en iyi yapıldığı ülkelerden biri. Trenler İsviçre’de her zaman tarifedeki saatlere uyuyor.
Bir Avrupa haritasını karşınıza aldığınızda, Zürih, sayfanın tam ortasında yer alır. Zürih, kendi adını taşıyan ince uzun gölün kuzey ucunda kurulmuş. Limmat nehri göle Zürih’ten dökülürken kenti ikiye bölüyor. Milat’tan önce 15. yüzyılda kurulduğu söylenen İsviçre’nin en kalabalık nüfuslu kenti Zürih’in günümüzdeki nüfusu 366 binden fazla. Kentte konuşulan dil Almanca. Zürih, 2006’da, “yaşam kalitesi” açısından 39 ölçüt kullanılarak yapılan karşılaştırmada 215 kent arasında beşinci kez birinci olmuş. İsviçre Avrupa Birliği’ne üye değil, para birimi de İsviçre Frangı, 1Avro 1,5 Frank değerinde.
Kent, tarihi binalar ile donanmış. Geriye kalan alanlar da ya park ya da “bitişik nizam” cumbalı eski binalar. Eski binaların cumbaları üzerinde özenle yapılmış süsler bulunuyor. Kent merkezinde yükselen üç kilise: neredeyse her yerden görülebilen Grossmünster, saat kulesindeki vitraylı camı Marc Chagal tarafından yapılan Fraumünster ve Zürih’in en eski kilisesi St. Peter. 8,7 metre çaplı Avrupa’nın en büyük duvar saati St. Peter kilisesinin kulesine 1534’de takılmış.
Limmat nehrinin doğu kıyısında yalnızca yayalara açık olan Niederdorf sokağı akşamları bizim Ortaköy’dekinin benzeri bir yaşama kavuşuyor, bir yanda müzisyenler, ressamlar, öte yanda kahveler, lokantalar, barlar. Bu sokakta yürürken, onu kesen Spiegelgrasse’yi bulursanız, o sokakta 14 numarada Lenin’in kaldığı evi de görmeniz mümkün. Bu sokağın sonunda karşınıza Grossmünster çıkıyor. Biraz daha yürürseniz karşınıza Opera binası çıkıyor. Nehirin batı kıyısı ise kentin mali kuruluşları ile ticaret merkezlerini barındırıyor.
Kentte 50’den fazla müze var, gar binasının karşısında bulunan Ulusal İsviçre Müzesi, aralarında en ünlü olanı. Tüm kentiçi ulaşım araçlarında geçerli olan 24 saatlik ve 72 saatlik Zürih kartları müzelere de ücretsiz giriş hakkı veriyor.
Avrupa kentlerinde tren istasyonları mutlaka görkemli binalardadır, Zürih Garı da onlara tipik bir örnek. Günde 1,900 trenin geldiği kente başka ne “yakışır” ki!.. Kentiçi ulaşım, her zaman saatinde gelen tramvaylar ve otobüsler ile gerçekleşiyor. Ulaşım araçlarının hep saatinde hareket etmesi, insanların buluşma saatlerine özen göstermesi ve dünyanın en ünlü saatlerinin İsviçre’de yapılması raslantı değil mutlaka.
Bir de, gölde küçük vapur ve motorlarla ulaşım var. Bu vapur ve motorlarla yapılan yolculuklarda kenti ve çevresini gölden görmek çok hoş oluyor. Zürih’in kent merkezindeki dar sokaklarda yorulanlar için göl yolculuğu ilaç gibi geliyor.
İsviçre’nin ulusal yemeği “fondü”. Dört tür peynir, beyaz şarap, İsviçre içkisi kirş, mısır unu sarmısak ve limon suyu bir tencerede eritilip kaynamasına izin verilmeden bir ispirto ocağının üstünde yemek masasına taşınıyor. Uzun saplı iki dişli çatalların ucuna takılan küçük ekmek parçacıkları bu eriyiğin içine batırılarak yeniyor. Fondünün de lokantaya ve yöreye göre birçok türü, etlisi, tavuklusu var. Söz yemekten açılmışken, yine peynir parçalarına bulanmış ızgara et olan “raklet” de İsviçre’nin en ünlü yemeklerinden. Her ünlü yemeğin altından mutlaka peynir çıkıyor. Ünlü Gravyer peynirinin de kökeni İsviçre.
İsviçre’ye gitmeden, Internet’te oradaki genel helaların yerlerini ve açık olduğu saatleri görebiliyorsunuz, “genel helalarla” ilgili web sitesi bulunan başka bir ülke duymadık. (Bkz. http://www.plaene-zuerich.ch/ZueriWC/viewer.htm )
Zürih’ten bir buçuk saatlik bir tren yolculuğundan sonra geldiğimiz yer, Zürih’in güneydoğusunda tüm yolların birleştiği ya da ayrıldığı yerde bulunan Chur (“khur” şeklinde okunuyor). Chur, Almanya’nın en ünlü su yollarından biri olan Ren nehri ile Plessur çayının birleştiği yerde Milattan 5000 yıl önce kurulmuş, İsviçre’nin en eski kenti. Yapılan kazılarda Milattan Önce 11,000 yıl öncesine ait paleolitik çağ bulgularına raslanmış. Günümüzde 35,000 kişinin yaşadığı Chur, Graubünden kantonunun başkenti. Parke taşından sokakları bize eski İstanbul sokaklarını anımsatıyor. Bir yanda coşkuyla akan Ren nehri, öte yanda Calanda tepesi, mimari yapısını korumuş, tertemiz bir kent Chur, doğa ile insan uyumuna en güzel örnek.
Chur, İsviçre’nin en güzel kentlerinden biri, genellikle büyük kentlere yönelen turistler bu küçük kentlerin güzelliklerini kaçırıyorlar. Bir sonraki durağımız yaz, kış turist çeken St. Moritz olacak.
(Cumhuriyet Gazetesi'nin Gezi Eki Sayı 49, 27 Eylül 2006)
28 Ağustos 2006
Anıt Ada: Marmara
Denizotobüsüyle ulaştığımız Marmara Adası’nda, yemek sonrası ilk durağımız sahilde yanyana dizili çay bahçelerinden Altın Çocuk Rahmi’nin çay bahçesi. Rahmi’nin özelliği, ısmarladığınız içecekleri size sunarken, o anda sizin için oluşturduğu maniyi okuması. Mani okuma geleneğinin onun Giritli kökeninden gelme olduğunu öğreniyoruz. Güzel sözcükler karşısında dilimiz tutuluyor, kahveler de güzel ama, asıl sunum ve insan ilişkileri dikkatimizi çekiyor.
Kahveleri içtikten sonra Marmara gezimiz adanın dar sokaklarını adımlayarak başlıyor. Adanın eski resimlerinde görülen kilise çoktan yıkılmış, onun yanında bulunan iki ev ise korumaya alınmış. Eskiden kalan sokaklar hemen belli oluyor, taşlar aralıklı ama bozulmamış ise eski, taşlar daha sık ve yol bozuk ise yeni. Eski Rum evleri hemen dikkatleri çekiyor. Evlerin kapıları açık. Hanımlar evlerinin önünde söyleşiyorlar.
Dar sokaklarda dolaşırken, kimi bakımlı kimi bakımsız, günümüzde depo olarak kullanılmakta olan, tek katlı taş dükkanları görüyoruz. Bunlar eskiden Yahudi Tuhafiye Dükkanlarıymış. Aynı sokak, bizi adanın en güzel binasına, Lise’ye götürüyor. Lise’nin eski taş binasına arka kapıdan girilip çıkılıyor, görkemli ön kapı ise kullanılmıyor. Lise’nin ön (şimdi arka olmuş) bahçesi ise bakımsız.
Lise’den sonra İlköğretim Okulu’na doğru yürüyoruz. Okulun bahçesinin bel boyunda duvarları var. Eski resim öğretmenlerinden biri, öğrencilerine, duvarların okula bakan tarafına resimler yaptırmış, daha sonra gelen bir başka öğretmen de onların üzerine badana yaptırmış.
Biraz daha doğuya doğru gittiğimizde, eskiden düğün salonu olarak kullanılan, herhalde oralıların çoğunun düğünlerine tanıklık etmiş, eski mi eski bir binaya giriyoruz. Bu bina, bizim adada bulunduğumuz dönemde Prof. Dr. Nergis Günsenin'in yönetimindeki, Çamaltı yakınlarındaki batığı çıkarma projesi için kullanılıyordu. İçi tarihin son amforalarıyla dolu bir gemi, çapalarını ata ata batmış.
Çıkarılan parçaların geçici olarak depolandığı ikinci kata çıkıyoruz. Adaya yıllar önce bir alman gelmiş, ikinci katı sinema haline getirmiş, Bauer marka bir sinema makinası ile Marmaralılara filimler izlettirmiş, sonra makinayı da orada bırakarak “sırra kadem basmış”. Bir de üzerinde “ay” simgesi bulunan bir su tulumbası dikkatimizi çekiyor.
Akşam yemeğimiz adanın ünlü meyhanesi “Remzi’nin Yeri”nde. “Remzi’nin Yeri” küçük, ama sevimli bir meyhane. Remzi, biraz asık suratlı, sürekli sarhoş olduğu izlenimi veren, tombulca, 60’lı yaşlarda gözüken biri. Meyhanenin girişinde, kendi masası var, ona kimseyi oturtmuyorlar. Bir yandan müşteriye hizmet veriyor, öte yandan da çilingir sofrasında garsonla birlikte kafayı çekiyor. Müşteri sarhoşluğa yaklaştığında onlar da sarhoş oluyorlar. Rakılar, şaraplar tüketiliyor, balıklar, hamsi köftesi ve yerel mezeler yeniyor. Adalı dostumuz Mustafa Erbil’den, laf arasında, 2500 yıldır yapılagelen yerel meze Garos’un tarifini alıyoruz: “Kolyos balığının ciğerleri, cam kavanoza yeteri kadar tuz ile yerleştirilir. Ağzı sıkıca kapatılıp 40 gün, gün ışığı alacak bir yerde bekletilir. 40 gün sonra, biraz limon dilimi ve ada eskilerinin garos otu, rumların kolibaro dedikleri bitki eklenir. Birkaç gün sonra zeytinyağı ve sirkeyle karıştırılarak yenir”
Ertesi gün işimiz zor, sabah sekiz ile akşam sekiz arası tüm günü arkeolog, araştırmacı Nuşin Asgari’nin bize yaptıracağı arkeoloji turuna ayırıyoruz. İlk durağımız Saraylar. Saraylar adı, aynı anlamdaki Palatia’dan geliyor. Saraylar, ana caddesi darmadağan olan Marmara’nın tersine, merkezi güzel düzenlenmiş bir yerleşim bölgesi, özelliği ise, mermer ocaklarına en yakın yerleşim bölgesi olması. Güzel de bir broşür bastırmış belediye. İnsanları çok cana yakın. Dalgakıranlarla korunan yat limanı ise heykellerle donatılmış. Limanın çevresi geniş bir alan, bu alanın kenarında ise çay bahçeleri, birkaç lokanta ve oraya bakan evler bulunuyor. Oradaki en güzel ev ise iç duvarları resim dolu harika bir ahşap ev. Evin içi duvar resimleriyle dolu.
Emekli Arkeolog Nuşin Asgari tam otuz yıl önce başlamış araştırmasına. Nuşin Hanım adadaki mermer ocaklarında bulunan bitmemiş ya da hatalı olduklarından sahiplerine gönderilmemiş halde olan mermer parçalarından hareketle tarihi saptamalar yapmış. Ona göre, ada, M.S. 100 ile 600 yılları arasında altın çağını yaşamış. Neredeyse dünyanın her yerine mermerler buradan gönderilmiş. Mermerlerin ince işçiliği ise mermeri satın alanların mekanında yapılıyormuş. Nuşin Hanım, mermer sütun başlıklarının üretim şeklini de bulduğu parçalardan hareketle keşfetmiş, araştırmalarını yayınlamış. Nuşin Hanım bir de açık hava müzesi kurmuş Saraylar’da.
Özetle, Marmara Adası, tarihiyle, yapılarıyla, insanlarıyla görülmeye değer.
(Cumhuriyet, Gezi Eki, 23 Ağustos 2006)
Kahveleri içtikten sonra Marmara gezimiz adanın dar sokaklarını adımlayarak başlıyor. Adanın eski resimlerinde görülen kilise çoktan yıkılmış, onun yanında bulunan iki ev ise korumaya alınmış. Eskiden kalan sokaklar hemen belli oluyor, taşlar aralıklı ama bozulmamış ise eski, taşlar daha sık ve yol bozuk ise yeni. Eski Rum evleri hemen dikkatleri çekiyor. Evlerin kapıları açık. Hanımlar evlerinin önünde söyleşiyorlar.
Dar sokaklarda dolaşırken, kimi bakımlı kimi bakımsız, günümüzde depo olarak kullanılmakta olan, tek katlı taş dükkanları görüyoruz. Bunlar eskiden Yahudi Tuhafiye Dükkanlarıymış. Aynı sokak, bizi adanın en güzel binasına, Lise’ye götürüyor. Lise’nin eski taş binasına arka kapıdan girilip çıkılıyor, görkemli ön kapı ise kullanılmıyor. Lise’nin ön (şimdi arka olmuş) bahçesi ise bakımsız.
Lise’den sonra İlköğretim Okulu’na doğru yürüyoruz. Okulun bahçesinin bel boyunda duvarları var. Eski resim öğretmenlerinden biri, öğrencilerine, duvarların okula bakan tarafına resimler yaptırmış, daha sonra gelen bir başka öğretmen de onların üzerine badana yaptırmış.
Biraz daha doğuya doğru gittiğimizde, eskiden düğün salonu olarak kullanılan, herhalde oralıların çoğunun düğünlerine tanıklık etmiş, eski mi eski bir binaya giriyoruz. Bu bina, bizim adada bulunduğumuz dönemde Prof. Dr. Nergis Günsenin'in yönetimindeki, Çamaltı yakınlarındaki batığı çıkarma projesi için kullanılıyordu. İçi tarihin son amforalarıyla dolu bir gemi, çapalarını ata ata batmış.
Çıkarılan parçaların geçici olarak depolandığı ikinci kata çıkıyoruz. Adaya yıllar önce bir alman gelmiş, ikinci katı sinema haline getirmiş, Bauer marka bir sinema makinası ile Marmaralılara filimler izlettirmiş, sonra makinayı da orada bırakarak “sırra kadem basmış”. Bir de üzerinde “ay” simgesi bulunan bir su tulumbası dikkatimizi çekiyor.
Akşam yemeğimiz adanın ünlü meyhanesi “Remzi’nin Yeri”nde. “Remzi’nin Yeri” küçük, ama sevimli bir meyhane. Remzi, biraz asık suratlı, sürekli sarhoş olduğu izlenimi veren, tombulca, 60’lı yaşlarda gözüken biri. Meyhanenin girişinde, kendi masası var, ona kimseyi oturtmuyorlar. Bir yandan müşteriye hizmet veriyor, öte yandan da çilingir sofrasında garsonla birlikte kafayı çekiyor. Müşteri sarhoşluğa yaklaştığında onlar da sarhoş oluyorlar. Rakılar, şaraplar tüketiliyor, balıklar, hamsi köftesi ve yerel mezeler yeniyor. Adalı dostumuz Mustafa Erbil’den, laf arasında, 2500 yıldır yapılagelen yerel meze Garos’un tarifini alıyoruz: “Kolyos balığının ciğerleri, cam kavanoza yeteri kadar tuz ile yerleştirilir. Ağzı sıkıca kapatılıp 40 gün, gün ışığı alacak bir yerde bekletilir. 40 gün sonra, biraz limon dilimi ve ada eskilerinin garos otu, rumların kolibaro dedikleri bitki eklenir. Birkaç gün sonra zeytinyağı ve sirkeyle karıştırılarak yenir”
Ertesi gün işimiz zor, sabah sekiz ile akşam sekiz arası tüm günü arkeolog, araştırmacı Nuşin Asgari’nin bize yaptıracağı arkeoloji turuna ayırıyoruz. İlk durağımız Saraylar. Saraylar adı, aynı anlamdaki Palatia’dan geliyor. Saraylar, ana caddesi darmadağan olan Marmara’nın tersine, merkezi güzel düzenlenmiş bir yerleşim bölgesi, özelliği ise, mermer ocaklarına en yakın yerleşim bölgesi olması. Güzel de bir broşür bastırmış belediye. İnsanları çok cana yakın. Dalgakıranlarla korunan yat limanı ise heykellerle donatılmış. Limanın çevresi geniş bir alan, bu alanın kenarında ise çay bahçeleri, birkaç lokanta ve oraya bakan evler bulunuyor. Oradaki en güzel ev ise iç duvarları resim dolu harika bir ahşap ev. Evin içi duvar resimleriyle dolu.
Emekli Arkeolog Nuşin Asgari tam otuz yıl önce başlamış araştırmasına. Nuşin Hanım adadaki mermer ocaklarında bulunan bitmemiş ya da hatalı olduklarından sahiplerine gönderilmemiş halde olan mermer parçalarından hareketle tarihi saptamalar yapmış. Ona göre, ada, M.S. 100 ile 600 yılları arasında altın çağını yaşamış. Neredeyse dünyanın her yerine mermerler buradan gönderilmiş. Mermerlerin ince işçiliği ise mermeri satın alanların mekanında yapılıyormuş. Nuşin Hanım, mermer sütun başlıklarının üretim şeklini de bulduğu parçalardan hareketle keşfetmiş, araştırmalarını yayınlamış. Nuşin Hanım bir de açık hava müzesi kurmuş Saraylar’da.
Özetle, Marmara Adası, tarihiyle, yapılarıyla, insanlarıyla görülmeye değer.
(Cumhuriyet, Gezi Eki, 23 Ağustos 2006)
2 Temmuz 2006
Adatepe'den Karaburun'a
Adatepe'den Karaburun'a
(10-21 Haziran 2006)
Bir yere giderken başka yerleri de görme tutkumuz var ya, 9 günlük Urla dinlencemiz öncesi yol üzerinde bulunan Gelibolu yöresindeki anıtları ve savaş yerlerini bir kez daha görelim dedik.
Bu kez ilk durağımız, Bigalı köyündeki Atatürk konutuydu. Bigalı kavşağında, yolda gördüğümüz tüm askeri araçların oraya yöneldiğini gördük. Orada bir etkinlik vardı mutlaka. Köye vardığımızda sokaklara parke döşenmekte olduğunu ve tüm evlerin Türk Bayraklarıyla donatılı olduğunu görünce, kendimizi Kurtuluş dizisi gibi bir dizinin ortasında gibi hissettik. Köylüler camlarını siliyorlardı, iki gün sonra oradaki Atatürk Evi müzesinin açılışı varmış, tüm hazırlıklar onun içinmiş. Müze henüz açılmadığından kapısında resim çekerek “bize göre açılışı” yapmış olduk.
Sonra gezdiğimiz yerler Çanakkale savaşı alanları, gömütlükler, yanına yaklaşıma izin verilmeyen Büyükanıt (Abide), “otopark” haline getirilmiş olan şehit gömütlüğü alanı oldu.
Çanakkale’ye hep araba vapuru ile geçmiştik, bu kez “motorla” geçelim dediğimde bizimkilerden tepki geldi, “çok sallar” diye. “Motora” bindiğimizde bizimkiler vapura bindiğimizi sandılar. Motor o kadar büyüktü ki, bazı vapurlar bile onun yanında minik kalırdı. Bu şekilde hem yolu kısalttık, hem de zaman kazandık.
Çanakkale içini hızla geçerek, Gülpınar’a bağlı Kösedere köyünde, 30-35 yıl önce “üzerine villa yapmak için” satın aldığımız “denize sıfır” arsayı aramaya başladık. Elimizde tapu vardı, rasladığımız yaşlıca kişilere ada, pafta, parsel ile arsayı sorunca, o bilgilerle arsayı bulmanın mümkün olmadığını, arsayı kimden aldığımızı söylememizi istediler, şansımız vardı, tapu üzerinde o da vardı. Arsamıza gidecek yol olmadığından, arsamıza ulaşamadık. Arsanın bulunduğu yerin tarla olduğu, üzerine hiçbirşey yapılamayacağı, bugünlerde maddi değerinin de 40 yıl öncesinden pek farklı olmadığı anlaşıldı. Biz de “kıyı talanı” yasasının çıkışını bekleme kararı aldık.
Sahil yolunu izleyerek Ezine’ye ulaştık. Evde Ezine peyniri yiyoruz ya, peynircilerden birine girip, Ezine peyniri sorduk, adamcağız, başkalarının da benzer sözlerine rasladığını ima eden bir gülümsemeyle, oradaki tüm peynirlerin Ezine peyniri olduğunu, iyisiyle kötüsüyle, gördüğümüz tüm peynirlerin Ezine’de yapıldığını söyledi bize. Anlaşmamızın mümkün olmadığını anlayınca biz de oradaki en nitelikli peynirden satın aldık. Ah şu iletişimsizlik yok mu işte bütün sorun orada. Eve geldiğimizde peynirin çok kaliteli bir beyaz peynir olduğunu ama burada satılan Ezine peynirinden olmadığını daha sonra anlıyoruz.
Adatepe’ye Küçükkuyu’dan çıkılıyormuş, bir köprünün başındaki girişte oradaki Zeus Altarı’nın da tabelası var. Dört kilometrelik bol virajlı dar bir asfalt ile döne döne ulaştık Adatepe’ye. Köyün girişindeki koca çınar ağacının bulunduğu yerde iki çay bahçesi bulunuyor. İki çaycı da diğerinin alanına girmemeye büyük özen gösteriyor. Hurmalı Kahve ile Çınaraltı Çay Bahçesi, kardeşçe sürdürüyorlar yaşamlarını, bir yandan da rakip olduklarının bilincini taşıyarak.
Dostumuz Hüseyin ile eşi Asuman, yıllar önce oraya yerleşmişler, cennet gibi, bol meyva ağaçları, küçük bir fırını, hep olukla akan bir kaynak suyu bulunan bir avlusu bulunan taş evi onartmışlar orada yaşıyorlar.
Arka bahçede ise sebzeler var, sebze bahçesinin yanında da Hüseyin’in horoz ve tavukları barınıyor. İki de hindi var, onların kümesi ayrı. Tavuklar kuluçkaya yatmışlar. Hüseyin tek yumurtanın üzerinde olan tavuğu oradan alarak başka bir kümese dokuz yumurtanın üzerine götürüyor. Kuluçkada olan tavuğun değişen davranışlarından söz ediyoruz. Gündüz hepsi serbest, akşam olunca fırçayı yiyorlar, hepsi doğrudan kümeslere koşuyor. Koşmazlarsa başlarına gelecek belli olmalı... Evde arada bir de tavuk pişiriliyormuş... Komşuların keçileri ve tavşanları var. Sebze bahçesinin kapısının bir dakika bile açık bırakılmaması gerekiyor. Keçilerin en sevdiği şey sebze bahçeleriymiş çünkü. Bahçelere giremeyince, ortadaki incir ağacının yapraklarıyla kendilerine ziyafet çekiyor keçiler. “Keçileri kaçırmamaya” özen göstererek akşam yemeği hazırlığını izliyoruz. Bir yandan bol otlu salatalar hazırlanıyor öte yandan da fırında halvet olan odun ateşi. Hüseyin, yıllarca deneyim sonucu, en etkin ateşi bulmuş. Bahçedeki fırında elde ettiği odun ateşini mangala oradan da evdeki şömineye taşıyor.
Mönüde ise zeytinyağı ile terbiye edilmiş harika bir rosto var. Mangalda pişen rosto, ince dilimler halinde tabaklara konuyor, üzerine ise yine zeytinyağı ve kekik. Adatepe’deki kekik ilginç, limon kokuyor. Limonlu kekiği daha önce ne görmüş ne de duymuştuk. Kırmızı şaraptan yudumlarken birlikte okuduğumuz GS Lisesi’ndeki anılarımız sıralanıyor bir bir. Ardından beş ayrı otun karışımıyla üretilen “doğal çay” içiliyor. Ertesi sabah bol zeytinli, zeytinyağlı, peynirli kahvaltı ve köyün gezilmesi. Hüseyin Meral, ünlü (*) zeyinyağcı ya, orada ne yiyorsak herşey en kalitelisinden zeytinyağı ile terbiye ediliyor, pişiriliyor ya da yeniyor.
(*) Bkz. http://www.huseyinmeral.com/
Köyün bir tepe noktasında koca bir bina var, içi boş. Başka bir tepede de bir cami. Köy ikinci derecede sit alanıymış, tüm onarım ve yapılaşmanın müzenin onayı ile olması gerekiyormuş.
Adım başı harabe bir taş ev, üzerinde de "satılık" levhası... Aradan da Ege denizi gözüküyor. Keşif gezisinden sonra Küçükkuyu’ya iniyoruz. İlk durağımız Zeytinyağı müzesi, büyük emeklerle kurulmuş. Geleneksel zeytinyağı üreretiminin süreçleri ve araçları sergilenmiş orada.
Sahilde balık lokantaları sıralanmış yanyana. Balık çorbası, bol zeytinyağlı salatalar ve taze balık, daha ne ister insan.
Adatepe’ye dönüşte 10-15 dakikalık bir yürüyüşle Zeus Altarı’nı geziyoruz. Manzarası harika olan bir tepeye kurulmuş bir taş kule. Tüm Küçükkuyu ve etrafı oradan kuşbakışı görülebiliyor.
Bu kez akşam yemeğinde Sardalya balığı var, tabii ki yine mangalda. Beyaz şarap yudumlarken bu kez daha derin konular geliyor gündeme...
Ertesi sabah yine bol zeytinyağlı kahvaltı. Bu kez çok taze yumurta da var mönüde. Rafadan yumurtanın uç noktasını kırıp çay kaşığıyla yemek yerine, içini küçük bir kaseye boşaltıp, üzerine zeytinyağı, kekik, tuz ve karabiber koyarak yiyoruz yumurtayı bu kez. Kahvaltıların vazgeçilmez bileşeni ise “zeytin sütü”. Ekmeğimizi ona batırıp yemeden başlayan bir kahvaltıyı düşünmek olanaksız. Sıcakta bozulur endişesiyle zeytinyağını oradan almıyoruz.
Kahvaltı sonrası vedalaşma ve yol. Bu kez başka bir sınıf arkadaşımız Emin’lere gidiyoruz. Derya ve Emin Göktepe Sarmısaklı’da (Ayvalık) bir apartman dairesinde geçiriyor yazlarını. Çay ikramıyla başlayan öğle yemeğine dönüşen bir ikram ile balkon sefası yapıyoruz hep birlikte. Oradan Ayvalık’a ve Cunda (Ali Çetinkaya) Adasına gidiyoruz.
Adayı karayla birleştirdiklerinden araba ile geçilebiliyor oraya. Orada bir de dizi çekildiğinden, daha da ünlenmiş bölge. Yıkık dökük eski rum yapıları astronomik fiyatlarla alıcı buluyor. Sonra da ya otel oluyorlar ya da lokanta. Sahil ise açık havada oturma yerleri bulunan lokanta ve çayhanelerle dolu.
Akşam ulaştığımız yer Urla ve yolunu zor bulduğumuz dokuz günümüzü geçireceğimiz askeri dinlence kampı. Kampa gitmek için Özbek köyünden geçmek gerekiyor. Haritada bulduğumuz köyün yolunu bulmak için dolanıp duruyoruz, sonunda biri ipucunu veriyor bize, Total benzincisinin karşısından sapmak gerekiyormuş. Kampın levhası da konmuş yolun girişine, bir de 11 sayısı var yanında, yani sapaktan uzaklık 11 kilometre. Dar, bakımsız, bol çukurlu bir yolla zorlukla kampa ulaşıyoruz karanlıkta.
Karaburun’a giderken, bakımlı ve bol dönemeçli yolun üzerindeki köyleri ve yerleşim merkezlerini görüyoruz öncelikle. Denizde ise balık üretim havuzları oluşturulmuş. Denize girenlere ise hiç raslamıyoruz.
Karaburun küçük ve sevimli bir kaza. Nüfusu kışın 1,500 yazın ise bunun on katına varıyormuş. Karaburun’da bizi yine bir sınıf arkadaşım karşılıyor, folklorcu Nahit Güvendi. Nahit daha sonra dansçı ve koreagraf olmuş. Dizi oyunculuğu da yapmış. Eşi Ayşenur ise oradaki İlk Yardım Eczanesini işletiyor. Karşılama sonrası söz yine kırk yıl öncesine gidiyor. Benim de folklor kolunda olmamın belgesi geliyor önümüze, bizimkiler inanmıyor ama belgeye göre ben folklorcu olmuşum... Bir de fotoğraflı sınıf listemiz. Aynı sınıfta okuduğumuz arkadaşların yarısını anımsayamayınca şaşırıp kalıyorum. Birlikte okumadığım, ama yazılarını okuduğum çevirmen Hüsnü Dilli de oraya gelerek katılıyor söyleşimize.
Ardından, iskelede, “Number One” restoranda karagöz benzeri bir yerel balıkla ziyafet. Keşke o güzelim lokantaya daha güzel bir isim bulabilselerdi. Yerel balıklardan herhangi birinin adı çok daha sıcak olabilirdi. Sonra Hüsnü, bizi yeni yaptırdığı evine götürüyor. Önünde mavi deniz, yeşillikle kaplı bir adacık ve harika bir doğa görüntüsü olan bir villa. Ben “dream house” (düş evi) diyorum. İnsan ancak bu kadar güzel bir ev hayal edebilir. Bu manzara karşısında koca bir teras, koca bir salon ve solunun her iki tarafında odalar, mutfak ve tuvaletler. Ev yeni bitmiş, güle güle otursun.
Dönüşte bu kez, Alaçatı’ya gidiyoruz, dar ve ıssız bir yoldan. Alaçatı, zenginlerin amerikan usulü bakımlı koca çim bahçeli ve yüksek çitli evlerinin bulunduğu bir yerleşim. Yüksek gelirli kişilerin ağırlandığı yabancı isimli bol yıldızlı otel de deniz kıyısında yerini almış.
Sabahın sekizinde dönüş yolculuğumuz başlıyor. Özbek köyü, Urla, İzmir, Manisa, Akhisar. Akhisar’da Efenin Yeri bizim geçen yıl da durup köfte yiyip zeytinyağı aldığımız yer. Bu yıl da orada mola veriyoruz. Öğle yemeğine epeyce zaman olduğundan zeytin ve zeytinyağı alıyoruz oradan. Öğle yemeği molamiz ise Bursa’da Heykel’deki geleneksel İskender Kebapçısı olacak. Geleneği bozmayıp kayboluyoruz Bursa’da. Sorduğumuz kişiler bize önerilerde bulunuyorlar, sonunda ulaşıyoruz İskender’e. Kebaplar hala bozulmamış. Tereyağı ayrı geliyor. Bu geleneğimizi bilenlerin kulaklarını çınlatıyoruz.
Sonra Gemlik, yine zeytinyağı ve zeytin molası. Bu kez durağımız Marmara Birlik satış yeri. Nerede eski sınıflandırmalar. Artık zeytinler çekirdek ve dane büyüklüklerine göre sınıflandırılmıyor. Sele ve salamura sınıflandırması var. Zamana göre daha iyiye gitmesi gereken sınıflandırma türleri ne yazık ki ortadan kalkmış. Zeytinyağı sınıflandırılması da aynı. Riviyera konusunda da danıştığımız kişiler çelişik “bilgiler” verdiler. Kimi onun sızma zeytinyağı ile başka bir yağın karışımı ile elde edilen daha hafif bir yağ olduğunu belirtirken başka birileri de onun başka bir yağla karıştırılmadan seyreltildiğini söyledi. Rivyera zeytinyağının sızma zeytinyağından daha ucuz olması ise birinci tezi güçlendiriyor.
(10-21 Haziran 2006)
Bir yere giderken başka yerleri de görme tutkumuz var ya, 9 günlük Urla dinlencemiz öncesi yol üzerinde bulunan Gelibolu yöresindeki anıtları ve savaş yerlerini bir kez daha görelim dedik.
Bu kez ilk durağımız, Bigalı köyündeki Atatürk konutuydu. Bigalı kavşağında, yolda gördüğümüz tüm askeri araçların oraya yöneldiğini gördük. Orada bir etkinlik vardı mutlaka. Köye vardığımızda sokaklara parke döşenmekte olduğunu ve tüm evlerin Türk Bayraklarıyla donatılı olduğunu görünce, kendimizi Kurtuluş dizisi gibi bir dizinin ortasında gibi hissettik. Köylüler camlarını siliyorlardı, iki gün sonra oradaki Atatürk Evi müzesinin açılışı varmış, tüm hazırlıklar onun içinmiş. Müze henüz açılmadığından kapısında resim çekerek “bize göre açılışı” yapmış olduk.
Sonra gezdiğimiz yerler Çanakkale savaşı alanları, gömütlükler, yanına yaklaşıma izin verilmeyen Büyükanıt (Abide), “otopark” haline getirilmiş olan şehit gömütlüğü alanı oldu.
Çanakkale’ye hep araba vapuru ile geçmiştik, bu kez “motorla” geçelim dediğimde bizimkilerden tepki geldi, “çok sallar” diye. “Motora” bindiğimizde bizimkiler vapura bindiğimizi sandılar. Motor o kadar büyüktü ki, bazı vapurlar bile onun yanında minik kalırdı. Bu şekilde hem yolu kısalttık, hem de zaman kazandık.
Çanakkale içini hızla geçerek, Gülpınar’a bağlı Kösedere köyünde, 30-35 yıl önce “üzerine villa yapmak için” satın aldığımız “denize sıfır” arsayı aramaya başladık. Elimizde tapu vardı, rasladığımız yaşlıca kişilere ada, pafta, parsel ile arsayı sorunca, o bilgilerle arsayı bulmanın mümkün olmadığını, arsayı kimden aldığımızı söylememizi istediler, şansımız vardı, tapu üzerinde o da vardı. Arsamıza gidecek yol olmadığından, arsamıza ulaşamadık. Arsanın bulunduğu yerin tarla olduğu, üzerine hiçbirşey yapılamayacağı, bugünlerde maddi değerinin de 40 yıl öncesinden pek farklı olmadığı anlaşıldı. Biz de “kıyı talanı” yasasının çıkışını bekleme kararı aldık.
Sahil yolunu izleyerek Ezine’ye ulaştık. Evde Ezine peyniri yiyoruz ya, peynircilerden birine girip, Ezine peyniri sorduk, adamcağız, başkalarının da benzer sözlerine rasladığını ima eden bir gülümsemeyle, oradaki tüm peynirlerin Ezine peyniri olduğunu, iyisiyle kötüsüyle, gördüğümüz tüm peynirlerin Ezine’de yapıldığını söyledi bize. Anlaşmamızın mümkün olmadığını anlayınca biz de oradaki en nitelikli peynirden satın aldık. Ah şu iletişimsizlik yok mu işte bütün sorun orada. Eve geldiğimizde peynirin çok kaliteli bir beyaz peynir olduğunu ama burada satılan Ezine peynirinden olmadığını daha sonra anlıyoruz.
Adatepe’ye Küçükkuyu’dan çıkılıyormuş, bir köprünün başındaki girişte oradaki Zeus Altarı’nın da tabelası var. Dört kilometrelik bol virajlı dar bir asfalt ile döne döne ulaştık Adatepe’ye. Köyün girişindeki koca çınar ağacının bulunduğu yerde iki çay bahçesi bulunuyor. İki çaycı da diğerinin alanına girmemeye büyük özen gösteriyor. Hurmalı Kahve ile Çınaraltı Çay Bahçesi, kardeşçe sürdürüyorlar yaşamlarını, bir yandan da rakip olduklarının bilincini taşıyarak.
Dostumuz Hüseyin ile eşi Asuman, yıllar önce oraya yerleşmişler, cennet gibi, bol meyva ağaçları, küçük bir fırını, hep olukla akan bir kaynak suyu bulunan bir avlusu bulunan taş evi onartmışlar orada yaşıyorlar.
Arka bahçede ise sebzeler var, sebze bahçesinin yanında da Hüseyin’in horoz ve tavukları barınıyor. İki de hindi var, onların kümesi ayrı. Tavuklar kuluçkaya yatmışlar. Hüseyin tek yumurtanın üzerinde olan tavuğu oradan alarak başka bir kümese dokuz yumurtanın üzerine götürüyor. Kuluçkada olan tavuğun değişen davranışlarından söz ediyoruz. Gündüz hepsi serbest, akşam olunca fırçayı yiyorlar, hepsi doğrudan kümeslere koşuyor. Koşmazlarsa başlarına gelecek belli olmalı... Evde arada bir de tavuk pişiriliyormuş... Komşuların keçileri ve tavşanları var. Sebze bahçesinin kapısının bir dakika bile açık bırakılmaması gerekiyor. Keçilerin en sevdiği şey sebze bahçeleriymiş çünkü. Bahçelere giremeyince, ortadaki incir ağacının yapraklarıyla kendilerine ziyafet çekiyor keçiler. “Keçileri kaçırmamaya” özen göstererek akşam yemeği hazırlığını izliyoruz. Bir yandan bol otlu salatalar hazırlanıyor öte yandan da fırında halvet olan odun ateşi. Hüseyin, yıllarca deneyim sonucu, en etkin ateşi bulmuş. Bahçedeki fırında elde ettiği odun ateşini mangala oradan da evdeki şömineye taşıyor.
Mönüde ise zeytinyağı ile terbiye edilmiş harika bir rosto var. Mangalda pişen rosto, ince dilimler halinde tabaklara konuyor, üzerine ise yine zeytinyağı ve kekik. Adatepe’deki kekik ilginç, limon kokuyor. Limonlu kekiği daha önce ne görmüş ne de duymuştuk. Kırmızı şaraptan yudumlarken birlikte okuduğumuz GS Lisesi’ndeki anılarımız sıralanıyor bir bir. Ardından beş ayrı otun karışımıyla üretilen “doğal çay” içiliyor. Ertesi sabah bol zeytinli, zeytinyağlı, peynirli kahvaltı ve köyün gezilmesi. Hüseyin Meral, ünlü (*) zeyinyağcı ya, orada ne yiyorsak herşey en kalitelisinden zeytinyağı ile terbiye ediliyor, pişiriliyor ya da yeniyor.
(*) Bkz. http://www.huseyinmeral.com/
Köyün bir tepe noktasında koca bir bina var, içi boş. Başka bir tepede de bir cami. Köy ikinci derecede sit alanıymış, tüm onarım ve yapılaşmanın müzenin onayı ile olması gerekiyormuş.
Adım başı harabe bir taş ev, üzerinde de "satılık" levhası... Aradan da Ege denizi gözüküyor. Keşif gezisinden sonra Küçükkuyu’ya iniyoruz. İlk durağımız Zeytinyağı müzesi, büyük emeklerle kurulmuş. Geleneksel zeytinyağı üreretiminin süreçleri ve araçları sergilenmiş orada.
Sahilde balık lokantaları sıralanmış yanyana. Balık çorbası, bol zeytinyağlı salatalar ve taze balık, daha ne ister insan.
Adatepe’ye dönüşte 10-15 dakikalık bir yürüyüşle Zeus Altarı’nı geziyoruz. Manzarası harika olan bir tepeye kurulmuş bir taş kule. Tüm Küçükkuyu ve etrafı oradan kuşbakışı görülebiliyor.
Bu kez akşam yemeğinde Sardalya balığı var, tabii ki yine mangalda. Beyaz şarap yudumlarken bu kez daha derin konular geliyor gündeme...
Ertesi sabah yine bol zeytinyağlı kahvaltı. Bu kez çok taze yumurta da var mönüde. Rafadan yumurtanın uç noktasını kırıp çay kaşığıyla yemek yerine, içini küçük bir kaseye boşaltıp, üzerine zeytinyağı, kekik, tuz ve karabiber koyarak yiyoruz yumurtayı bu kez. Kahvaltıların vazgeçilmez bileşeni ise “zeytin sütü”. Ekmeğimizi ona batırıp yemeden başlayan bir kahvaltıyı düşünmek olanaksız. Sıcakta bozulur endişesiyle zeytinyağını oradan almıyoruz.
Kahvaltı sonrası vedalaşma ve yol. Bu kez başka bir sınıf arkadaşımız Emin’lere gidiyoruz. Derya ve Emin Göktepe Sarmısaklı’da (Ayvalık) bir apartman dairesinde geçiriyor yazlarını. Çay ikramıyla başlayan öğle yemeğine dönüşen bir ikram ile balkon sefası yapıyoruz hep birlikte. Oradan Ayvalık’a ve Cunda (Ali Çetinkaya) Adasına gidiyoruz.
Adayı karayla birleştirdiklerinden araba ile geçilebiliyor oraya. Orada bir de dizi çekildiğinden, daha da ünlenmiş bölge. Yıkık dökük eski rum yapıları astronomik fiyatlarla alıcı buluyor. Sonra da ya otel oluyorlar ya da lokanta. Sahil ise açık havada oturma yerleri bulunan lokanta ve çayhanelerle dolu.
Akşam ulaştığımız yer Urla ve yolunu zor bulduğumuz dokuz günümüzü geçireceğimiz askeri dinlence kampı. Kampa gitmek için Özbek köyünden geçmek gerekiyor. Haritada bulduğumuz köyün yolunu bulmak için dolanıp duruyoruz, sonunda biri ipucunu veriyor bize, Total benzincisinin karşısından sapmak gerekiyormuş. Kampın levhası da konmuş yolun girişine, bir de 11 sayısı var yanında, yani sapaktan uzaklık 11 kilometre. Dar, bakımsız, bol çukurlu bir yolla zorlukla kampa ulaşıyoruz karanlıkta.
Karaburun’a giderken, bakımlı ve bol dönemeçli yolun üzerindeki köyleri ve yerleşim merkezlerini görüyoruz öncelikle. Denizde ise balık üretim havuzları oluşturulmuş. Denize girenlere ise hiç raslamıyoruz.
Karaburun küçük ve sevimli bir kaza. Nüfusu kışın 1,500 yazın ise bunun on katına varıyormuş. Karaburun’da bizi yine bir sınıf arkadaşım karşılıyor, folklorcu Nahit Güvendi. Nahit daha sonra dansçı ve koreagraf olmuş. Dizi oyunculuğu da yapmış. Eşi Ayşenur ise oradaki İlk Yardım Eczanesini işletiyor. Karşılama sonrası söz yine kırk yıl öncesine gidiyor. Benim de folklor kolunda olmamın belgesi geliyor önümüze, bizimkiler inanmıyor ama belgeye göre ben folklorcu olmuşum... Bir de fotoğraflı sınıf listemiz. Aynı sınıfta okuduğumuz arkadaşların yarısını anımsayamayınca şaşırıp kalıyorum. Birlikte okumadığım, ama yazılarını okuduğum çevirmen Hüsnü Dilli de oraya gelerek katılıyor söyleşimize.
Ardından, iskelede, “Number One” restoranda karagöz benzeri bir yerel balıkla ziyafet. Keşke o güzelim lokantaya daha güzel bir isim bulabilselerdi. Yerel balıklardan herhangi birinin adı çok daha sıcak olabilirdi. Sonra Hüsnü, bizi yeni yaptırdığı evine götürüyor. Önünde mavi deniz, yeşillikle kaplı bir adacık ve harika bir doğa görüntüsü olan bir villa. Ben “dream house” (düş evi) diyorum. İnsan ancak bu kadar güzel bir ev hayal edebilir. Bu manzara karşısında koca bir teras, koca bir salon ve solunun her iki tarafında odalar, mutfak ve tuvaletler. Ev yeni bitmiş, güle güle otursun.
Dönüşte bu kez, Alaçatı’ya gidiyoruz, dar ve ıssız bir yoldan. Alaçatı, zenginlerin amerikan usulü bakımlı koca çim bahçeli ve yüksek çitli evlerinin bulunduğu bir yerleşim. Yüksek gelirli kişilerin ağırlandığı yabancı isimli bol yıldızlı otel de deniz kıyısında yerini almış.
Sabahın sekizinde dönüş yolculuğumuz başlıyor. Özbek köyü, Urla, İzmir, Manisa, Akhisar. Akhisar’da Efenin Yeri bizim geçen yıl da durup köfte yiyip zeytinyağı aldığımız yer. Bu yıl da orada mola veriyoruz. Öğle yemeğine epeyce zaman olduğundan zeytin ve zeytinyağı alıyoruz oradan. Öğle yemeği molamiz ise Bursa’da Heykel’deki geleneksel İskender Kebapçısı olacak. Geleneği bozmayıp kayboluyoruz Bursa’da. Sorduğumuz kişiler bize önerilerde bulunuyorlar, sonunda ulaşıyoruz İskender’e. Kebaplar hala bozulmamış. Tereyağı ayrı geliyor. Bu geleneğimizi bilenlerin kulaklarını çınlatıyoruz.
Sonra Gemlik, yine zeytinyağı ve zeytin molası. Bu kez durağımız Marmara Birlik satış yeri. Nerede eski sınıflandırmalar. Artık zeytinler çekirdek ve dane büyüklüklerine göre sınıflandırılmıyor. Sele ve salamura sınıflandırması var. Zamana göre daha iyiye gitmesi gereken sınıflandırma türleri ne yazık ki ortadan kalkmış. Zeytinyağı sınıflandırılması da aynı. Riviyera konusunda da danıştığımız kişiler çelişik “bilgiler” verdiler. Kimi onun sızma zeytinyağı ile başka bir yağın karışımı ile elde edilen daha hafif bir yağ olduğunu belirtirken başka birileri de onun başka bir yağla karıştırılmadan seyreltildiğini söyledi. Rivyera zeytinyağının sızma zeytinyağından daha ucuz olması ise birinci tezi güçlendiriyor.
23 Nisan 2006
Olaylar Yorum İstemez Ocak 2006
Olaylar Yorum İstemez Aralık 2005-Ocak 2006
20.Ara "* AKP iktidarı Diyanet İşlerin'nin yapısını değiştirmek için yasa tasarısı hazırlıyor * Erdoğan'ın ""gavur kent"" yakıştırmasına yönelik sözlerine tepki yağdı: ""İzmir'i teslim etmeyeceğiz"""
21.Ara Diyarbakır'da Töre Cinayetlerini Araştırma Komisyonu'nun inceleme yaptığı gün bir kadının burnu kesildi.
22.Ara Asgari ücret 30 YTL artarak 380 YTL oldu.
23.Ara "Kapıkule'deki kaçakçılık ve rüşvet operasyonu kapsamında 44 gümrükçü tutuklandı, 27 polis de savcılığa sevk edildi."
24.Ara "* AKP'li belediye, kadını aşağılayan, çağdışı önerilerin yer aldığı kitapçık dağıtıyor.
* Devrim şehidi Asteğmen Kubilay, Bekçi Hasan ile Şevki, Menemen'de törenle anıldılar."
31.Ara "Kurulacak 15 yeni üniversitenin rektörlerini hükümet belirleyecek. (YÖK devre dışı)"
01.Oca "Cumhurbaşkanı, AKP iktidarını kimlik tartışmaları ve yargıya müdahale konularında uyardı."
02.Oca "* Son 10 yılda, zaman aşımından 5 milyon dava düştü.
* Ağrı'dan, kuş gribi kuşkusuyla Van'a sevk edilen 6 kişiden biri yaşamını yitirdi."
03.Oca "* Washington, Azerbeycandan da üs istedi. ABD, İran çemberini daraltıyor.
* Büyükelçi Ünal Çevikgöz, Bağdat'ta süikasttan kurtuldu."
04.Oca "Avrupa solu, komünizmi faşizmle bir tutan tasarı için Avrupa Konseyi'ne sert tepki gösterdi."
05.Oca "AKP Hükümetinin yanlış doğalgaz politikalarının Türkiye'ye maliyeti 3,5 milyar Dolar"
10.Oca "* Ağça çifte afla dışarı çıkacak.
* Yabancı şirketlerin yurtdışına yaptıkları kâr transferi 2005'de 1 Milyar 100 milyon Dolar civarında"
13.Oca "* İki kez aftan yararlandırılan ülkücü terörist Ağça, bayrak ve çiçeklerle karşılandı.
* Kurban Bayramı'nın 3. Günü, Mina'da şeytan taşlama alanında meydana gelen izdihamda üçü Türk 367 kişi öldü."
14.Oca Türkiye'de 12 ilde kesin, 19 ilde şüpheli kuş gribi vakaları bulunduğu bildirildi.
15.Oca Nâzım Hikmet'in 104. Doğum günü etkinliklerle kutlanıyor.
16.Oca Şili'de devlet başkanlığı seçimini sosyalist partili Michelle Bachelet kazandı.
17.Oca "* AKP'nin 2003 yılında yenilediği 2025 yılına kadar geçerli doğalgaz fiyat formülüyle Türkiye yılda 250 milyon Dolar zarar edecek.
* Ağça çürük raporu aldı."
18.Oca Ankata Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, kresi kart borçlarının son iki ayda 33 can aldığını açıkladı.
19.Oca Şemdinli'de, kalabalığa ateş açarak bir kişinin ölümüne, 5 kişinin de yaralanmasına neden olan çavuş Tanju Çavuş, ilk duruşmada serbest kaldı.
20.Oca Futbol Federasyonu Olağanüstü Genel Kurulu'ndaki başkanlık yarışını, AKP'nin açık tavrına karşın Haluk Ulusoy kazandı.
21.Oca Yanlış, Yargıtay'dan döndü. Tahliye kararı oybirliğiyle bozulan ülkücü katil Ağça, Kartal'da gözaltına alındı.
22.Oca Türkiye'deki iş yaşamında yer alan kadın sayısı giderek azalıyor.
23.Oca "* Sibirya soğukları Türkiye'yi vurdu.
* Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan 65 yaşında yaşamını yitirdi."
24.Oca Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın, isim vermeden CHP liderinin hesabunda "muazzam para" bulunduğu sözlerinin basına yansıması Ankara'yı karıştırdı. Günboyu sessiz kalan bakan haberi yalanladı.
25.Oca "* Demokrasi ve aydınlanma şehidi Uğur Mumcu, katledilişinin 13. Yıldönümünde tüm yurtta etkinliklerle anıldı.
* Tiyatro sanatçısı Mümtaz Sevinç, Üsküdar'daki evinde öldürüldü."
26.Oca Batman, Muş ve Şanlıurfa'da yaşları 14-19 arasında dört genç intihar etti.
27.Oca "* Başta İstanbul, Ankara ve Bursa olmak üzere 8 ilde birçok fabrikanın doğalgazı kesildi.
* Filistin'de on yıl aradan sonra yapılan genel seçimlerde, El Fetih dönemi sona erdi, radikal islamcı örgüt Hamas 132 sandalyelik parlamentoda 76 sandalyeye sahip oldu."
28.Oca Doğalgazı kesilen 12 kuruluşa yüzde 50 oranında gaz verilebildi.
29.Oca "* Küreselleşme karşıtları yürüdü.
* AKP, üç yılda 1750 çalışanı görevden aldı, 4,906 personelin yerini değiştirdi."
30.Oca Başbakan Tayyip Erdoğan'ın eski ve yeni mal bildirimlerindeki hareketlilik karşılaştırılamıyor.
20.Ara "* AKP iktidarı Diyanet İşlerin'nin yapısını değiştirmek için yasa tasarısı hazırlıyor * Erdoğan'ın ""gavur kent"" yakıştırmasına yönelik sözlerine tepki yağdı: ""İzmir'i teslim etmeyeceğiz"""
21.Ara Diyarbakır'da Töre Cinayetlerini Araştırma Komisyonu'nun inceleme yaptığı gün bir kadının burnu kesildi.
22.Ara Asgari ücret 30 YTL artarak 380 YTL oldu.
23.Ara "Kapıkule'deki kaçakçılık ve rüşvet operasyonu kapsamında 44 gümrükçü tutuklandı, 27 polis de savcılığa sevk edildi."
24.Ara "* AKP'li belediye, kadını aşağılayan, çağdışı önerilerin yer aldığı kitapçık dağıtıyor.
* Devrim şehidi Asteğmen Kubilay, Bekçi Hasan ile Şevki, Menemen'de törenle anıldılar."
31.Ara "Kurulacak 15 yeni üniversitenin rektörlerini hükümet belirleyecek. (YÖK devre dışı)"
01.Oca "Cumhurbaşkanı, AKP iktidarını kimlik tartışmaları ve yargıya müdahale konularında uyardı."
02.Oca "* Son 10 yılda, zaman aşımından 5 milyon dava düştü.
* Ağrı'dan, kuş gribi kuşkusuyla Van'a sevk edilen 6 kişiden biri yaşamını yitirdi."
03.Oca "* Washington, Azerbeycandan da üs istedi. ABD, İran çemberini daraltıyor.
* Büyükelçi Ünal Çevikgöz, Bağdat'ta süikasttan kurtuldu."
04.Oca "Avrupa solu, komünizmi faşizmle bir tutan tasarı için Avrupa Konseyi'ne sert tepki gösterdi."
05.Oca "AKP Hükümetinin yanlış doğalgaz politikalarının Türkiye'ye maliyeti 3,5 milyar Dolar"
10.Oca "* Ağça çifte afla dışarı çıkacak.
* Yabancı şirketlerin yurtdışına yaptıkları kâr transferi 2005'de 1 Milyar 100 milyon Dolar civarında"
13.Oca "* İki kez aftan yararlandırılan ülkücü terörist Ağça, bayrak ve çiçeklerle karşılandı.
* Kurban Bayramı'nın 3. Günü, Mina'da şeytan taşlama alanında meydana gelen izdihamda üçü Türk 367 kişi öldü."
14.Oca Türkiye'de 12 ilde kesin, 19 ilde şüpheli kuş gribi vakaları bulunduğu bildirildi.
15.Oca Nâzım Hikmet'in 104. Doğum günü etkinliklerle kutlanıyor.
16.Oca Şili'de devlet başkanlığı seçimini sosyalist partili Michelle Bachelet kazandı.
17.Oca "* AKP'nin 2003 yılında yenilediği 2025 yılına kadar geçerli doğalgaz fiyat formülüyle Türkiye yılda 250 milyon Dolar zarar edecek.
* Ağça çürük raporu aldı."
18.Oca Ankata Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, kresi kart borçlarının son iki ayda 33 can aldığını açıkladı.
19.Oca Şemdinli'de, kalabalığa ateş açarak bir kişinin ölümüne, 5 kişinin de yaralanmasına neden olan çavuş Tanju Çavuş, ilk duruşmada serbest kaldı.
20.Oca Futbol Federasyonu Olağanüstü Genel Kurulu'ndaki başkanlık yarışını, AKP'nin açık tavrına karşın Haluk Ulusoy kazandı.
21.Oca Yanlış, Yargıtay'dan döndü. Tahliye kararı oybirliğiyle bozulan ülkücü katil Ağça, Kartal'da gözaltına alındı.
22.Oca Türkiye'deki iş yaşamında yer alan kadın sayısı giderek azalıyor.
23.Oca "* Sibirya soğukları Türkiye'yi vurdu.
* Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan 65 yaşında yaşamını yitirdi."
24.Oca Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın, isim vermeden CHP liderinin hesabunda "muazzam para" bulunduğu sözlerinin basına yansıması Ankara'yı karıştırdı. Günboyu sessiz kalan bakan haberi yalanladı.
25.Oca "* Demokrasi ve aydınlanma şehidi Uğur Mumcu, katledilişinin 13. Yıldönümünde tüm yurtta etkinliklerle anıldı.
* Tiyatro sanatçısı Mümtaz Sevinç, Üsküdar'daki evinde öldürüldü."
26.Oca Batman, Muş ve Şanlıurfa'da yaşları 14-19 arasında dört genç intihar etti.
27.Oca "* Başta İstanbul, Ankara ve Bursa olmak üzere 8 ilde birçok fabrikanın doğalgazı kesildi.
* Filistin'de on yıl aradan sonra yapılan genel seçimlerde, El Fetih dönemi sona erdi, radikal islamcı örgüt Hamas 132 sandalyelik parlamentoda 76 sandalyeye sahip oldu."
28.Oca Doğalgazı kesilen 12 kuruluşa yüzde 50 oranında gaz verilebildi.
29.Oca "* Küreselleşme karşıtları yürüdü.
* AKP, üç yılda 1750 çalışanı görevden aldı, 4,906 personelin yerini değiştirdi."
30.Oca Başbakan Tayyip Erdoğan'ın eski ve yeni mal bildirimlerindeki hareketlilik karşılaştırılamıyor.
Bir güzel insan: Oğuz Arıkanlı
Franszıca öğretmenimiz Vedat Günyol'un Çan Yayınları'na gidiyorum 1969'da. Hoca büroda yok, yerinde Oğuz Arıkanlı oturuyor. İşte böyle tanıştım Oğuz Ağabeyle. Ozan olduğunu öğreniyorum, bir de Yeni Ufuklar'ın son sayfalarında yayınlanan Olaylar Yorum İstemez'deki derlemelerinden tanıyorum onu. Yıllar sonra o yazıları yeniden okuduğumda anlıyorum bu derlemelerin önemini. Olaylar Yorum İstemez'de, Oğuz Ağabey, her günün gazetelerinden seçtiği haber başlık ya da özetlerini alarak bir tür "vak-a nüvis"lik yapmıştı. Oğuz Ağabeyi yitireli yıllar oldu, Olaylar Yorum İstemez de onunla birlikte öldü. Ben "zor" bir işi yapmaya çalışacağım, Olaylar Yorum İstemez'i 2006 yılından başlayarak, yaşamım ve gücüm elverdiğince sürdürmeye çalışacağım. Onunkinden en önemli ayırt, benim, aksini belirtmediğim sürece, yalnızca Cumhuriyet Gazetesi'ni kaynak olarak kullanmam.
Oğuz Ağabeyle olan anılarım bu kadar değil, sırası geldiğinde buraya da aktarmayı diliyorum.
Oğuz Ağabeyle olan anılarım bu kadar değil, sırası geldiğinde buraya da aktarmayı diliyorum.
10 Mart 2006
Vedat Günyol 95 Yaşında
Vedat Günyol 95 Yaşında
Aydın Ergil
Yaşamı aydınlanma ve aydınlatma savaşımı içinde geçen öğretmen, düşünür, eleştirmen, hümanist yazar Vedat Günyol, 6 Mart 1911’de doğdu, yaşasaydı 95 yaşında olacaktı. Günyol, bağnazlığa, gericiliğe ve köktendinciliğe karşı savaşımını, yaşamının son saniyelerine değin “hasta yatağından” bile sürdürdü. 9 Temmuz 2004’de aramızdan ayrılan Günyol’un aydınlık düşünceleri dostlarıyla, öğrencileriyle, yapıtlarıyla sürüyor.
Vedat Günyol, İlhan Selçuk’un bir konuşmasında belirttiği gibi, 20. Yüzyılı baştan sona katetti. Türkiye’nin aydınlanma devriminin ateşiyle büyüdü, yüzyılın son yarısında da ışığını yeni kuşaklara doğru tuttu. Bir yandan öğretmen olarak gençlerle sürekli içiçe olurken, öte yandan da yazılarıyla, çevirileriyle tüm aydınlarla kucaklaştı. Yaşamı ise düşünceleriyle tam bir uyum içindeydi. Yapıtlarından başka mülkü hiç olmadı.
Günyol’un yazılarında işlediği konuların başında “bağnazlık” yer alıyordu. Hangi düşünceyi savunursa savunsun, eğer bir kişi, eleştiriye, gelişmeye kapalıysa bağnazdır. Ülkemizi ortaçağın öncesine taşımak isteyenler, doğaları gereği bağnaz olabilirler. Peki ya onlara karşı durması gerekenler, bir başka deyişle, Cumhuriyet ile gelinen düzeyi savunanlar ile ülkeyi daha da ileri götürme savında olanların “bağnaz olma hakları” var mı?
Vedat Günyol, Cumhuriyet’in hem yazarı hem de iyi bir okuruydu. Hasta yatağında bile Cumhuriyet gazetesi elinden eksik olmadı. Yazıları hep ışık saçtı, yaşamının sonuna doğru da hem kısaldı hem de yoğunlaştı. Aziz Nesin gibi, o da, son yıllarında, köktendinci gelişmeleri, ülkemiz ve dünyamız için karanlığa dönüş tehlikesi olarak niteledi, son yazılarını hep o tehlike üzerine yazdı.
Vedat Günyol’un dostları, onun adını, düşüncesini, yapıtlarının yayımını, aydınlığını sürdürmek için birçok girişimde bulunuyorlar. Bu çabalar arasında, Günyol’un doğum ve ölüm yıldönümlerinde bir araya gelmekten başka, şunlar var:
“100’e 5 Var”, nice yıllara Vedat Günyol.
Not: Bu yazı 6 Mart 2006'da Cumhuriyet Gazetesinde yayınlandı.
Aydın Ergil
Yaşamı aydınlanma ve aydınlatma savaşımı içinde geçen öğretmen, düşünür, eleştirmen, hümanist yazar Vedat Günyol, 6 Mart 1911’de doğdu, yaşasaydı 95 yaşında olacaktı. Günyol, bağnazlığa, gericiliğe ve köktendinciliğe karşı savaşımını, yaşamının son saniyelerine değin “hasta yatağından” bile sürdürdü. 9 Temmuz 2004’de aramızdan ayrılan Günyol’un aydınlık düşünceleri dostlarıyla, öğrencileriyle, yapıtlarıyla sürüyor.
Vedat Günyol, İlhan Selçuk’un bir konuşmasında belirttiği gibi, 20. Yüzyılı baştan sona katetti. Türkiye’nin aydınlanma devriminin ateşiyle büyüdü, yüzyılın son yarısında da ışığını yeni kuşaklara doğru tuttu. Bir yandan öğretmen olarak gençlerle sürekli içiçe olurken, öte yandan da yazılarıyla, çevirileriyle tüm aydınlarla kucaklaştı. Yaşamı ise düşünceleriyle tam bir uyum içindeydi. Yapıtlarından başka mülkü hiç olmadı.
Günyol’un yazılarında işlediği konuların başında “bağnazlık” yer alıyordu. Hangi düşünceyi savunursa savunsun, eğer bir kişi, eleştiriye, gelişmeye kapalıysa bağnazdır. Ülkemizi ortaçağın öncesine taşımak isteyenler, doğaları gereği bağnaz olabilirler. Peki ya onlara karşı durması gerekenler, bir başka deyişle, Cumhuriyet ile gelinen düzeyi savunanlar ile ülkeyi daha da ileri götürme savında olanların “bağnaz olma hakları” var mı?
Vedat Günyol, Cumhuriyet’in hem yazarı hem de iyi bir okuruydu. Hasta yatağında bile Cumhuriyet gazetesi elinden eksik olmadı. Yazıları hep ışık saçtı, yaşamının sonuna doğru da hem kısaldı hem de yoğunlaştı. Aziz Nesin gibi, o da, son yıllarında, köktendinci gelişmeleri, ülkemiz ve dünyamız için karanlığa dönüş tehlikesi olarak niteledi, son yazılarını hep o tehlike üzerine yazdı.
Vedat Günyol’un dostları, onun adını, düşüncesini, yapıtlarının yayımını, aydınlığını sürdürmek için birçok girişimde bulunuyorlar. Bu çabalar arasında, Günyol’un doğum ve ölüm yıldönümlerinde bir araya gelmekten başka, şunlar var:
- Vedat Günyol’un yapıtlarının yeni baskılarının gerçekleştirilmesi
- Vedat Günyol adının yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği Kadıköy’de bir sokağa ve kültür merkezine verilmesi (Bu konuda toplanan imzalar 12 Aralık’ta Kadıköy Belediyesi’ne iletildi, bugüne değin bir sonuç alınamadı)
- Vedat Günyol’un düşüncelerinin yeni kuşaklara aktarılması
- Vedat Günyol’un 1965’den bu yana her yıl 19 Mayıs’ta öğrencileriyle buluştuğu Burgazada Kalpazankaya’daki dost sofralarının sürdürülmesi
- Vedat Günyol’un yirmibeş yıl, çoğu kez kendi maaşından para katarak çıkardığı ve 1976’da kapattığı Yeni Ufuklar dergisinin yeniden yayınlanması
“100’e 5 Var”, nice yıllara Vedat Günyol.
Not: Bu yazı 6 Mart 2006'da Cumhuriyet Gazetesinde yayınlandı.
26 Ocak 2006
Bel fıtığı Dersleri
Sevgili dostlar,
19 gün önce olduğum bel fıtığı ameliyatının sol bacağımdaki kas ve sinir sorunları sürüyor. Yürüme önerilerini daha fazla uygularsam sorunun geçeceğini sanıyorum. Kar ve fırtına yüzünden dışarda yürüyüş yapamıyorum, araba kullanmam ve tiyatroya gitmem bir süre daha sakıncalı.
Bir önceki yazımda, bende bel fıtığının nasıl oluştuğunu ayrıntılarıyla yazmıştım. Bu kez de bu süreçten çıkarttığım dersleri size aktarmak istiyorum. İşte aklıma gelenler:
Siz siz olun:
1) Sol ayağınızı yatağın üstüne koyup çorabınızı giyerken başınızı sağa çevirmeyin ya da sol çorabınızı giyerken bir yakınınızın yardımını isteyin.
2) Bir yerde otururken paltonuz altınızda buruşmuşsa, kaykılırken kolunuzla destek sağlayın ya da bırakın paltonuz buruşuk kalsın, ayağa kalkınca düzeliyor.
3) Benim gibi penisiline alerjiniz varsa, eğer ayıksanız, her yapılan iğneye "bu penisilin galiba" diye sorarak işin ciddiye alınıp alınmadığından emin olun. Eğer yanıt "tabii ki değil" değilse ve size bu sorunuzdan ötürü kızmıyorlarsa orada sorun olabilir.
4) Önü kapalı, arkası açık ameliyat önlüğünü ve boneyi giydikten sonra, eğer ayağa kalkabiliyorsanız sakın ortalarda dolaşmayın, komik ve sakıncalı olabilir.
5) Eğer, eşiniz sizin rakı içmenizden yakınıyorsa içkiyi azaltın. Eğer içkiyi bu şekilde azaltamıyorsanız ameliyat olun, bu şekilde, herkese, doktor izin verse bile tüm alkollü içkilerden kendi iradenizle uzak kalabileceğinizi kanıtlayabilirsiniz.
6) Belinizde sorunlar varken, onun üzerine gidip yürüyerek, Nâzım'ı anarak falan geçeceğine inanmayın, evde sırtüstü yatarak dinlenin. Sorun daha büyümeden bir doktora görünün. Bunu yapmazsanız, sonunda ameliyat kaçınılmaz olur.
7) Ameliyat olmadan tüm dostlarınızla sık sık görüşün, yazışın. Bunu gerçekleştiremiyorsanız ameliyat sonrası tüm dostlarınızın yakın ilgisi çığ gibi geleceğinden, sık sık ameliyat olun.
Siz siz olun ya yukardaki önerilerimi uygulayın ya da ameliyat olun da görün.
Sevgiler,
Aydın Ergil
19 gün önce olduğum bel fıtığı ameliyatının sol bacağımdaki kas ve sinir sorunları sürüyor. Yürüme önerilerini daha fazla uygularsam sorunun geçeceğini sanıyorum. Kar ve fırtına yüzünden dışarda yürüyüş yapamıyorum, araba kullanmam ve tiyatroya gitmem bir süre daha sakıncalı.
Bir önceki yazımda, bende bel fıtığının nasıl oluştuğunu ayrıntılarıyla yazmıştım. Bu kez de bu süreçten çıkarttığım dersleri size aktarmak istiyorum. İşte aklıma gelenler:
Siz siz olun:
1) Sol ayağınızı yatağın üstüne koyup çorabınızı giyerken başınızı sağa çevirmeyin ya da sol çorabınızı giyerken bir yakınınızın yardımını isteyin.
2) Bir yerde otururken paltonuz altınızda buruşmuşsa, kaykılırken kolunuzla destek sağlayın ya da bırakın paltonuz buruşuk kalsın, ayağa kalkınca düzeliyor.
3) Benim gibi penisiline alerjiniz varsa, eğer ayıksanız, her yapılan iğneye "bu penisilin galiba" diye sorarak işin ciddiye alınıp alınmadığından emin olun. Eğer yanıt "tabii ki değil" değilse ve size bu sorunuzdan ötürü kızmıyorlarsa orada sorun olabilir.
4) Önü kapalı, arkası açık ameliyat önlüğünü ve boneyi giydikten sonra, eğer ayağa kalkabiliyorsanız sakın ortalarda dolaşmayın, komik ve sakıncalı olabilir.
5) Eğer, eşiniz sizin rakı içmenizden yakınıyorsa içkiyi azaltın. Eğer içkiyi bu şekilde azaltamıyorsanız ameliyat olun, bu şekilde, herkese, doktor izin verse bile tüm alkollü içkilerden kendi iradenizle uzak kalabileceğinizi kanıtlayabilirsiniz.
6) Belinizde sorunlar varken, onun üzerine gidip yürüyerek, Nâzım'ı anarak falan geçeceğine inanmayın, evde sırtüstü yatarak dinlenin. Sorun daha büyümeden bir doktora görünün. Bunu yapmazsanız, sonunda ameliyat kaçınılmaz olur.
7) Ameliyat olmadan tüm dostlarınızla sık sık görüşün, yazışın. Bunu gerçekleştiremiyorsanız ameliyat sonrası tüm dostlarınızın yakın ilgisi çığ gibi geleceğinden, sık sık ameliyat olun.
Siz siz olun ya yukardaki önerilerimi uygulayın ya da ameliyat olun da görün.
Sevgiler,
Aydın Ergil
22 Ocak 2006
Tezcan Özdemir'e mektuptan ameliyat anılarım
Istanbul, 18 Ocak 2006
...20 Aralikta çorabimi giyerken, 25 Aralikta, arabada, üzerine oturdugum paltomu düzeltirken belimde duydugum rahatsizliklar canimi sikiyordu, ama pek de yasamsal gözükmüyordu... 2 Ocak'ta, belki belimden gelen rahatsizliklar azalir diye Levent'teki bir görüsmeye yürüyerek gidip gelme karari verdim. Dönerken biraz daha zor yürüdügümü sezdim. Ayni gece de kötü bir tiyatro koltugunda Nazim'i anma toplantisi için dört saat gönüllü olarak mahsur kaldim. Oradan eve döndük. Ertesi sabah kalktigimda öne dogru egilmemin mümkün olamadigini gördüm. Hala uyanamamisim, "geçer" diyorum. Rahatsizligin azaldigi hayalini görüyorum. Ertesi gün yataktan çikmiyorum, aksam da belden ve dizden 90 derecelik açilarla yere yatarak ayagimi da sehpaya koyarak, aklim sira fizik tedavisi yapiyorum. Sonunda yataga kendimi zor atiyorum. 5 Ocak sabahi kalktigimda ise, "sol" ayagima basamadigimi görüyorum. Solun üzerine bastigimda, dayanilmaz bir agri giriyor, basmam mümkün degil. Yatagimdam tuvalete (1,5 metre) tekerlekli sandalye araciligiyla gidiyorum. Sol bacaga yük vermezsem sorun yok(????). Ayni gün yegenimi ariyorum. Arastirmasini yapip beni ariyor, ertei sabah F. Nightingale hastanesinin acil girisinde bulusmak üzere sözlesiyoruz. Ben bu arada bildigim birkaç doktoru ariyorum. Durum net olarak bel fitigi, ama çözüm belirsiz.
Araba ya da taksi ile ulasim söz konusu degil, birgün önce telefon numarasi bize duyurulan Besiktaş Belediyesi'ni arayip ambulans istiyoruz. Sabah 11'de sandalya-sedye ile ambülansa, oradan hastaneye. Acil'in kapisinda yegen ile ortagi bekliyorlar, içerden getirdikleri sedye ile beni acilden kaçirip dogru MR çekilen yere götürüyorlar. Onlar beni çoktan siraya sokmuslar bile. Sira bana geldiginde, beni MR tezgahina yatiriyorlar, sol bacak bir türlü düzelmiyor, sol tarafim yere degemiyor ki. Bir agri kesici igne yapiliyor hemen, viz geliyor. Kipirdamadan duramayacagim kesin. Son çözüm beni paketlemek oluyor, ona razi oluyorum. 35 dakikalik iskenceli bir gözlem ancak iki satte tamamlanabiliyor. "Oh be" diyorum, tekerlekli sandalyeye oturunca bir anda rahatliyorum. Yegen ve ortagi iyi çalismislar, profesör beni kabininde bekliyor, beni hizla oraya götürüyorlar. Adam, 30 saniye içinde teshisi koyuyor, bel fitigi. Bir de MR'i görmek istiyor, raporu incelediginde hersey netlesiyor. L4-L5 arasindaki sol bacak sinirlerinin çiktigi delikten kikirdak dis macunu gibi disari çikmis. Tek çözüm ameliyat. Baska çözüm mümkün mü? Hayir. Gecikirsek ne olur? Felç. Günlerden cuma, ertesi gün 9 günlük bayram tatili basliyor. Doktor düsünüp karar vermemizi, hemen ameliyatin kaçinilmaz oldugunu söylüyor. Ben de herkesi sasirtan yanitimi veriyorum: "hemen ameliyat". Diger konularda (satrançta da) kaçinilmaz (zorunlu) adimlar vardir, bu da onlardan. Baska çözüm yok, zaman zararima çalisiyor, korkuya yer kalmiyor. "Hemen", ertesi sabah anlamina geliyor, ben hastaneye yatiyorum, gerekli tahliller yapiliyor. Nurdan ise basindan itibaren, hem doktor, hem hemsire, hem hastabakici, hem psikolog, hem yoldas. Geceyi az agriyla, az uykuyla geçiriyoruz. Ertesi sabah ameliyat heyecanim artiyor. Ameliyat gömlegi ters: Ön taraf kapali, arka taraf açik, dolayisiyla o elbiseyle koridorda yürümek sakincali, popo her an riskte... 9:30 yerine 11'de ameliyata götürülüyorum. Bana uyusturucu bir igne yapiyorlar, "ah surada raki olsaydi" diyorum hemsireye. Bir de gözümü açiyorum ki hersey bitmis. Yöntem degismis, artik ameliyat süresince uyutuyorlar, bittiginde de solunumundan uyusturucuyu çekiyorlar, hemen uyaniyorsun. Ameliyat yeni yöntemle yapildi. Gerekli yerde bir delik açildi, oradan içeri incecik bir çubuk, ucunda isik, kamera, keski ve emici. Herhalde operasyonu ekranda büyüterek yönetmislerdir. Neyse ameliyathane kapisindaki ekibimin esliginde odaya dönüyoruz saat 13:15. Yatakta denetimli saga sola dönüse izin var. Ertesi sabah kahvalti sonrasi, "haydi bakalim kalkma zamani" diyorlar. Otur, ayaga kalk, sonra da yürü. Ikinci denemede basarili oluyorum. Ama sol taraf sag taraf gibi degil, fark ne, onu bilmiyorum. Doktor geliyor, "geçmis olsun, çikabilirsin" diyor. Sol tarafimla ilgili sikayetlerimi ciddiye almiyor. Eve geliyoruz. Sol bacagimdaki sorun hala sürüyor. Belde galiba sorun yok. Sol bacagimda iki kas grubu hem gergin hem de duyarsiz, biri önde diz ile ayagi baglayan grup, digeri de solda diz ile kalçayi baglayan grup. Bunlarin zamanla eski islevlerini kazanacaklari, ortak kani. Bana da buna inanmak düsüyor. Ikı gündür gündüz yatmiyorum, ya evde yürüyorum ya da oturuyorum. Pazartesi denetim için gittik, denetim menetim olmadi. Bir sorun yokmus gibi davrandi herkes. Internet iletilerine de dünden beri eristim.
...
Merhaba
Sevgili dostlar,
Buraya giren dostlarım, buradaki tüm anı ve düşüncelerim konusundaki görüşlerini buraya ekleyebilirler. Bir blog oluşturma düşüncesi sevgili arkadaşım Akın Güre'nin iletisinden sonra bana da yararlı gibi geldi. İşte benim blog'umun ilk satırları.
Okuyanlar sağolsunlar, okumayanlar da,
Aydın Ergil
Buraya giren dostlarım, buradaki tüm anı ve düşüncelerim konusundaki görüşlerini buraya ekleyebilirler. Bir blog oluşturma düşüncesi sevgili arkadaşım Akın Güre'nin iletisinden sonra bana da yararlı gibi geldi. İşte benim blog'umun ilk satırları.
Okuyanlar sağolsunlar, okumayanlar da,
Aydın Ergil
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)